Thursday, December 29, 2005

Küçük beyaz otobüs hapı!

Biliyor musunuz bilmiyorum ama benim tecrübem çok. Küçükken seyahat etmek, şehiriçi-şehirlerarası farketmez azaptı benim için. "HADİ" ünlemini duyduğum anda başlardım morarmaya, bir sarhoşluk hali, kalp sıkışmaları, ağır bir bulantının geleceğini haber veren artçı bulantılar. Nasıl olacak, nasıl geçecek şimdi kaygısı...Yola çıktığımız ilk 5 km' de ağlamaya başlayan bir evlat ve mütemadiyyen sorulan" daha çok var mı sorusu ve bu soruya kaçamakta olsa verilmeyen cevaplar... Nasıl bir cevabı olsun ki daha 10 dk bile olmamış, az kaldı deseler yalan, çok var deseler yalan. Hezimet o ilk 5 km den sonra başlıyor tabi... Çıkaracak bir şey kalmamacasına kusma, öğürme ve ağlama krizleri. Benim gibi bir memur çocuğu için lüks bir durum bu ...3 yılda bir yerimizi kazımaya başlıyorlar ve biz ordan oraya sürükleniyoruz. Az buz da değil, bölgelerarası sürgünüz. Bu sebeple düzelmem gerekiyordu, alışmam gerekiyordu; ama o zamanlar küçük olduğum için atamalara idrak edemiyor mecburen icap ediyordum
İşte bu yolculuklardan biri ve bu biri hepsinin tekrarı gibi... Her çeşme başı durulur, sibel anne ve babası tarafından düzenlenen bir dizi hayata döndürme operasyonuyla hayata döndürüldükten sonra terar devam edilir.
Arabalar aynı o eski türk filmlerindeki gibi minibüs desen değil midibüs desen değil, bir türlü hiçbir ayar tutamayan araçlardan. Varış noktasına kadar bin bir işkenceye maruz kaldığın türden, mazot sigara ve insan kokusu, hoplaya zıplaya bir yolculuk...lar............
Beş kişi yolda bir evlat ağrı yaralı, sürekli ağlıyor ve kusuyor, o yüzden küçükken silik bir tiptim, bilinmezdim pek çünkü sorulan soruları dinlemeye ve cevaplamaya vakit olmuyordu kusmaktan ve öğürmekten. İğrenç ve kötü bir nostalji ama bu bir sibel ritüeli yazmadan olmazdı. Nasıl düzeldim bilmiyorum ama oldu, çok uzun sürdü ama oldu.
Babamın her atama haberininin arkasından gelen toplanma ve taşınma eylemi ile beraber, beni oradaki aile dostlarına bırakmalarını ve beni unutmalarını umut edip, gitmektense kaderime razı olup kalmayı tercih edebilecek kadar şuursuz ve koma halinde geçiyordu yolculuklarım.. Ağlama ve kusma krizlerim annemin göğsüne yatmam ve uyumamla son buluyordu. Bitti mi bitmedi... Ben gittiğim yerde de mutlu olamıyordum çünkü bu acı gidişlerin acı bir dönüşü olacaktı, ben geliş aşamasını atlattığım ilk gün itibariyle dönüş yolunu nasıl az hasarsız atlatırımın planlarını yapıyordum ama nafile aynı sibel aynı yol, yapacak bişey yok.
O yüzden otobüslerde satılan keskin nane aromalı beyaz şekerlerden ve küçük beyaz otobüs haplarından nefret ediyordum ve hala o küçük beyaz otobüs haplarından ne zaman görsem hafızamın derinliklerinden hortlayan bir kabus gibi, bulantılara ve o keskin mazot+sigara+insan karışımından oluşan ve herhangi bir dilde karşılığı olmayan kokuya (kanlı canlı) gark oluyorum. Sonuç olarak beyazın en illet hali hap ve şeker biçimine sokulmuş hali oluyor benim için...

Wednesday, December 28, 2005

Yorgunluk Kronik mi Yoksa Ben Mi Çok Gezentiyim

Evet Yorgunum, aklımdan zorum yok ama yorgunum.. Yorgunluk insanın beyninde desem de halt etmişim... Uykusuzum geceden sabaha geçişte yumdum gözlerimi, sabahtan geceye geçerken vurdu beni. Mümkünse kıpırdamak bile istemiyorum ve mümkünse kıpırdamayayım..

Monday, December 26, 2005

Haftasonu yorgunluğu

Gittim geldim gezdim gördüm...Bana kalan bir bütün yorgunluk... Yakın olsa da gidilen yer yorulmamanın garantisi yok işte hele ki sabahsa yapılan dönüş ki hele bir saat otobüs beklediysen soğukta... Söylenecek herşey de söylendi aslında... Bir sinema keser bir de bira dedik filme arkasından da ziftlenmeye gittik yorgunluk bir milyon oldu. Şimdi de uyku keser diyorum... Aslında yorgunluğu en iyi duru kese ama onu orda bıraktım son öpücüğünün yeri ise hala kurumadı:)

Saturday, December 24, 2005

Cumartesi Nöbetleri

Yine bir cumartesi ve yine her çalıştığım cumartesileri kapıldığım his... Boğuluyorum, bir yandan kar, bir yandan soğuk ve bir yandan da yalnız olmak. Cumartesi nöbet arifesinde başlar kurtlar kaynamaya bende, (malum evde oturan ölür, işte olan ne olur bilmiyorum, en iyi ihtimal benim gibi olur.) Ne diyodum, evet bir gün öncesinden, son tutulan oruç günü gibi bir azap, mübarek 11 ayın gelişi gibi olacak saatler 17 yi vurduğunda. Ama gelin görün ki saat daha 13:00...
Bizim nöbet sistemimiz çalışan herkesin bir cumartesisini katletmek üzerinden işliyor, hayır gerçekten bişey yapsam gam yemicem hani çok ivedidir de mutlaka açılması gerekiyodur olmazsa olmaz, yok öle bişey.. Tüm tarihçiler yataklarınızda rahat rahat uyuyun çünkü ben nöbetteyim! Tarihinden bu kadar kopuk, araştırmaktan ve okumaktan tehlike hisseden, aman kazara gözümüz açılır da bişeylerin ucundan da tutmaya kalkarız endişesine gark olmuş bir milletin evladı olarak ne işim var burda benim?
Evet her cumartesi nöbeti bir sara nöbeti gibi gelir ve sara nöbeti gibi geçer benim için hatta bazen mümkünse şuurum da kapansın çıkacaım vakte kadar dediğim de olmuştur. Ne çok şikayat ettin dediğinizi duyar gibi oluyorum ama haksız mıyım yaa bu kadar mı bişey olmaz, hele ki kış nöbetleri ayrı bir fantaziii... bu kaçınılmazsa bunu zevkli kılacak herhangi bir şey de söz konusu değil özellikle de bugün! Zaten şu koşullarda zevk alan varsa mental bir sorunu olduğunu düşünmekten alamam kendimi. Zaman öylece akıp giderken ben paçalarımı sıyırdım ıslanmamak için. DEreyi de henüz görmüş değilim ama sesini duydum uzaklardan. şuan saat 14:00 3 saat sora görünür dere seni dealır götürür umuduyla ayaktayım... Keşke arkadaşlar ziyarete gelse, havalandırmaya da çıkamıyorum ne kötü, ziyaretçi saatinin bitmesine de az kaldı. Karnım da acıktı... Offfff...
Bir Nöbetkibende benden içeri...

yazmak

Bir kusma biçimidir yazmak, kusmaların en güzeli, sancılı ama en acısızı, safra tadı yok, tahriş yok... nasıl ki kustukça ayılıyorsan sarhoşluktan yazdıkça arınıyosun tüm kötücül hislerden, paradoksal yalnızlıktan...

Tuesday, December 20, 2005

... ... ...

Hiç farketmez, seni koyduğum yerde buluyorum nasıl olsa, gittiğini farketmesem de döndüğünde anlıyorum ne de olsa...Haftalarca, aylarca ve belki yıllarca görmesem değişmeyeceğini biliyorum, bende değişmediğin sürece aynı kalacaksın...Bazen diyorum git, salla, sars biraz ve anlat durmaksızın anlat ama gerek yok bildiğini biliyorum ne de olsa... ve anlatsam saatlerce değişmeyeceğini de biliyorum. Bilmek unutmaya yetmiyor hatırlamaya yetmediği gibi, ne unutmak ne de hatırlamak istiyorum. Bitmedi biliyorum bu da bana yeter diyorum...

20 Milyonluk Yalnızlık

Yalnızlığı yaşatıyorum
Vur patlasın çal oynasın
Yalnızlığımı oynatıyorum.
Şehir 20 milyon, uğultulu, yoğun kalabalık
Beyinler parçalanıyor
Parçaların içinden geçiyorum
Son parça kendime yeni bir yalnızlığı konduruyorum
Şehir 20 milyon çığlık çığlığa
Her çığlıktan bir nefes yerleşiyor
Çığlıkları topluyorum
Patladım patlayacağım
20 milyonluk şehirde 20 milyonluk nefret
Her otopside bir nefret öldürüyorum
Görüyorum 20 milyonluk şehirde 20 milyonluk otopsiye ihtiyaç var
Acıların alınması lazım
Acılar alınmadıkça birleşmeyecek kırıklar
20 milyonluk şehirde 20 milyonluk yalnızlık
Her yangın yerinde alevlenir
Her ateş yaktığı yeri acıtır
(20 milyonluk şehirde 20 milyonuncu kurgu benimkisi)

Sunday, December 18, 2005

E Ş L İ K

Yaşamları hep birşeylere ve birilerinin hayatına eşlik etmekten öteye gitmeyen eşlikçilere...

O n l a r a d a i r...


O_nlara dair
birinci coğul kişilerden ikinci tekil şahısa dönüşen ilişkii üçüncü tekil şahıs ile son buldu. Bizdi herşey ilk seferinde sen oldu ilk depremde O na döndü göçükten sag kurtulanlar bir an evvel yollarını ayırdılar. Baika tekiller başka tekillerle çogaldı. B u m a s a l ı n s o n u h e p b ö y l e o l d u. ne sonlanan bir şey ne de başlayan başka bir şeye dönüşüverdi. Tekrarını yaşadı durdu.

Thursday, December 15, 2005

yA bU bEnİm iÇiMdE dOLaŞaN dA KiMdİr

Kimdir sahiden bu bizlerin içinde dolanan, bizim gibi konuşan, giyinen, görünen kimdir? Kılığımıza ve kimliğimize bürünmüş bir tür canlı, içimizi kemiren bir TÜR?
Kimsin sen?
Bir kramp, bir baş dönmesi, biyolojik bir afet mi üzerimize çöken
Bir sızı var bugün içimde, solucan gibi bir sürüngen.
(O solucanya ya solmasaydınasıl solucan derdik ona nededn solar ki bir sürüngen toprağır altında, üstelik adım attıkları her bir parça nemden ıslanmış, çamurlaşmışsa)
Acaba nerde yaşıyor bu bendeki ben, hangi vücutta varoldu benden önce kimi bitirdi kemire kemire...
(Pink Martini eşliğinde"do u miss me my darling" derken üstelik)

KAR


KAR
Geçmiş Zaman Geleceğe Ne Kadar Yabancı

Neyi anlatırdı kar vesair zamanlarda... Şimdi bir kar bastırdı İstanbul'da alacakaranlık soğuklarına beş kala, vakitli vakitsiz ki sonbaharı henüz uğurlamaya hazırlanıyorken... Ne tuhaf ki her seferinde anladığım ama her seferinde şaşırdığım bir gerçeklikle kırmızı ışıkta karşılıyorum ve tam karşıya geçecekken yarı yoldan dönüyorum, KORKUDAN...
Biz hep birşeyleri uğurlama vaktini beklerken, bir d bakıyoruz ki aslında çoktan gitmiş!
"Ölüm her aklına geldiğinde ah edip vah edip inleme!
Bu halinle Tanrıyı incitmiş olacaksın,
Ecel kapını çaldığında evi telaşa verme
o geldiğinde sen gitmiş olacaksın"
İşte anlam bu, beklemek diye birşey yok, zaman diye birşey yok, bu ikisinin birleşiminden ortaya çıkan bir histeri var sadece.. Ertelediğimiz ve hiçbir zaman yerli yerinde olmayacak, kaçırdığımız fırsatlarımız var gerçekte.. Şansa hükmedemeyiz o gelir ve geçer, görüp avuçlayabiliriz ve sıkı sıkı tutabiliriz, tutunamayız ama.. o zaman gerçekliğini kaybeder ve onulmaz bir yaraya dönüşür...
Neyi mi anlatıyorum, ben de bilmiyorum bir şifre kurdum, doğru şifreyi bulan sonuca ulaşır ve bu sonuç o birilerinin hayatında ne değiştirir bilinmez ama netice her zaman önemlidir insaoğlu için, beşer-yaşar-şaşar....
(Let me kiss you ve ardından moon river: bu şarkıdaki kadının ağlaması beni öldürüyor. Eyy morriseyy)

Wednesday, December 14, 2005

Keyfiyet usulü önler

çok severim bu anlamı geniş cümleyi, arda ayçaya söylemişti... ben de yazıyorum... Keyfilik usulü önler, nedense ben hayatımın hiç bir döneminde ve hiçbir anında böyle davranmadım. Arkadaşlık ilişkilerimde, duygusal ve duyusal ilişkilerimde, keyfilik olmadı, çok iyi olduğu için değil mutlaka, kendimle bundan dolayı ne gurur duyuyorum ne de önünde eğiliyorum. Ama nedense keyfi ruh hallerine ve davranış biçimlerine maruz kaldım. sorun nerde acab? sorusu da en kaçınılmazım olduu..Tüm keyfilere usulen...

Sunday, December 11, 2005

köprü ve sonbahar

Sonbaharın tüm ıssızlığını anlatıyordu masadaki karakalem çalışması, bir köprü, belli ki nice tanıklıklar, nice olaylara sahne olmuş... Şimdilerde terk edilmiş bir kenti, terk edilmiş başka bir kente ulaştıran tek bağ... Tarihsel misyonu son bulsa da geleceğin tarihine görkemli bir şahit, dimdik ayakta...
Sonbaharın ağarlığını taşıyordu resim, kırgındı resimdeki köprü, yeni ziyaretçilerini bekleyen antik bir kentten daha ıssız ve yalnızdı... Ve ben tüm bunları hissedebilecek, görebilecek kadar tek başıma, bir sonbahar sabahında odamda üşümemek için çeşitli önlemler almaya çalışırken, gözüme ilişen bu çizgilerde her ifadeye bir anlam yükleyerek buldum bunun sancısını,
Bir bilinmezden başka bir bilinmeze yolculuktur yaşam, bu bilinmezler içinde varolur yaşam serüvenimiz, bu öyle bir serüven ki nice olaylara tanıklık etmiş o köprü gibi, kurar bağlarını yaşamla ve geçmişi geleceğe sımsıkı bağlar her kelimesinde uzun uzun anlatacak hikayeler koyar ortaya, işte bu hikayelerden sayfalarca ve sayfalarca kitaplara dönüşür. Her kitap birini çoğaltır ve insan böyle böyle varolur...

Saturday, December 10, 2005

hiçlik

Bazen ne kadar zorlaşiyor rayindan çikan hayati yoluna koymak, bu bozuk duzende yurumek ve yol almak ne kadar da zor... Var mi yok mu bilmemek yok dedigin anda gormek, varolduguna inanmak ve inandıgın dakikada toz duman olmak... Yok olmadi olmayacak belki de hiç böyle bir şey yaşanmadı, hepsi bir halüsinasyondan ibaretti.. Çöldeki seraptan pek de farki yoktu belki. Ne kadar kolay aslinda zoru anlamak. Zor olan zoru anlamak degil kabullenmek...Cunku her kabullenis bir vazgecis nasıl ki her tercih bir vazgecisse... Tüm bu bulanıkligin içinde bir berraklik aramak, buna inanmak... Hayatımız aslinda hep başka başka tercihlerin icinde yok oluyor, kendi tercihimiz derken nasıl da yaniliyoruz. En isteneni ve yasanilasi olanı degil de en makul olani yasiyoruz ki bu makulluk de nedense bize ait olan bir hal değil. Zapt etmeye calıstigimiz da dolayisiyla biz degiliz, cogu zaman zapt edileniz. İste bazen kapildigim ve koyverdiğim duygu bu, belki de hep bir yanılsamanin icindeydim, bu yanilsamalar orgusunde şu yasadigim zamana kadar gordugum bildigim herşey aslında yoktu ve hiçbirseydi. Ve ben kocaman bir hic birseyin bir kurgunun icinde o yan bu yan debelenip duruyordum.

yol hikayesi

Eve Çirkin Gitmek İstemedim.
Ne hazin bir gündü, ama bunun böyle olacağı üç gün öncesinden belliydi. Üç gün önce! O akşam ablamı uğurladım, ılık sakin her nefisinde hoş kokular ve hoş duygular uyandıran bir akşamdı. Alacakaranlık çoktan yerini bırakmıştı geceye. Kısa bir veda, eksoz dumanı boğuntusu ve elveda... Ardından işte ben yollarda... çıktım arkadaşlarla buluştum biraz kahve, çay ve doyasıya sohbet. Geç vakit kalktık, son bir Beyoğlu turu ama bu da yetmedi hemen kendimizi sahile atmalıydık içimizin sesi böyle yönlendiriyordu, dinledik. Beşiktaş ve tekrar çay kahve molası vakit nasıl da geçmiş anlamadan eve geldik yattık yatacağız derken saat oldu 3, ertesi sabah iş, kalk Sibel 08:30 da uykusuzluk o kadar da kötü değildi gayet iyi hissediyordum ki akşam Yılmaz’la buluşup, sinemaya attık kendimizi oradan bir bira molası eve gel yat derken saat 03:00, tanrım ne hazin. Sonra yine her iş günü paniği erken kalk hazırlan ve çık ama ilginç ki o gün de zor gelmedi hiç, ne de olsa ertesi gün tatildi ve bu öyle bir enerji veriyordu ki eve gidecektim..İş çıkışı yine bir arkadaş sohbetine davet edildim, hiç kaçırır mıyım? Ama önce eve gidip hazırlıklarımı tamamlamam lazımdı. Önce bir duş sonra götürülecekler, özenle hazırlandı. Eve güzel gitmek istiyordum,saçlarımı yeni kestirmiştim yaklaşık olarak 4 yıllık uzunluk saltanatına bir makas darbesiyle son vermiştim ve bu değişiklik kutlamaya değerdi. Yeni halimi çok beğenmiştim ve herkes de beğensin istiyordum. Özellikle de annemleri uzun bir süredir görmüyordum ve onların tepkilerini merak ediyordum... işte bu yüzden güzel olmalıydım. Aklıma koyduğum gibi kuaföre gittim ve hikayenin hazin kısmına bir adım atmış oldum. Berbat bir fön darbesiyle altüst oldum. Lakin kuaför uyarmıştı “merak etme abla iner o” kendimi “kabaramazsın kel Fatma annen güzel sen çirkin” nidalarına kulak kabartan aptal bir hindi gibi hissediyordum. Her güngeçtiğim caddeden başım önüme eğik bir suçlu gibi koştur adım yürüdüm. Zaten karşı cins ile ilşkilerimde bir süredir tıkanıklık yaşıyordum, bu halimle bunu iyice bir açmaza dönüştürebilirdim. Neyse soluk soluğa ve kan ter içinde arkadaşın evine vardım, sabah olacaklara karşı hiçbir önlem almadan...sohbet uzun sürdü ve ne yazık ki yattığımda saat 03:00 idi. Sabah daha erken kalkmalı ve güzel olmak için bir takım rötuşlar yapmalıydım.Öyle de oldu saat 08:00 baykuş hızıyla açtım gözlerimi, sanki saati değil gözlerimi kurmuşum. Gayet mutlu ama yorgun banyoya yöneldim ışığı açtım işte aynanın karşısındaydım aha! O da nesi, hani inecekti, alçak adam, saçlarım yerçekiminin tüm incelikli kurallarına karşı gelerek öyle bir ayaklanmıştı ki yatıştırması epey bir zamanımı aldı ve güzel olmanın inadına berbat görünüyordum. Aynadan bana yansıyan ben değil Bestami’nin görüntüsüydü. Oysa isteğim o kadar masumdu ki sadece eve güzel gitmek istiyordum. Sabah başlayan keyifsizlik akşama doğru trajediye dönüşmeye başladı, gözlerim çöktü ve torbalar belirdi. Yüzüm o sabah ilk defa makyaj tutmadı, her şey aktı gitti... Tek masum dileğim de ellerimden kum gibi uçtu gitti... Eve yorgun ve sızılı gittim. Tüm güzelliklere inat

Friday, December 09, 2005

doğmuş çocuğa mektup


  Tatlı Duru'm 
  Her şeyin dijitalleştiği bir ortamda yaşamaya çalışıyoruz biz 
büyükler:) Yaşamımızı kolaylaştırdığına inandığımız gibi 
kocaman bir yanılsama ortamı, ne kadar tembelleştiğimizin, ne kadar 
asosyalleştiğimizin farkında olmadan tüm nimetleri iliklerimize kadar 
tek nefeste çekiyoruz, elimize kalan kocaman bir hiç.. Neyse bizim kuşak 
biraz daha hafifletilmişine maruz kaldı ama sizin kuşağı tasavvur bile 
edemiyorum... Bu teyze ne anlatıyor böyle aslında çok basit ve sade bir 
istekten yola çıkarak karmakarışık bir denkleme dönüştürdüm bu ne 
derece başarılı olabilecek mektup girişimimi bilmeden. Anlamayabilirsin 
yazdıklarımın tek kelimesini bile işte bu noktada tüm olgunluğunla 
kabul etmelisin ki teyzenin kafası çok karışık:) Nerden ve nasıl yola 
çıktım ordan başlayayım, bugün Çerkezköyden döndüm ve bu dönüş 
yolculuğu kısmen donmamla netice buldu. Buzlarım yeni yeni 
çözülüyorken aynaya baktım ki  kaşımdaki ve gözümün üstündeki
 masum kedi cırmıkları ilişti 
gözüme ve bir tebessümde çok geçmeden yerleşti yayıldı ve 
kucakladı beni senin minik kolların gibi. Bunun üzerine kalem ve 
kağıda sarılıp sana bir mektup yazmak istedim, başladım lakin şu 
teknoloji canavarı tüm acizliğiyle kuşattı ve aceleliğimden ve 
kolaycılığımdan bu yolu tercih ettim. Ama ben bir uzman kağıt belge 
çöpçüsü olarak belgeselleştşreceğim bu yaptığımı ve yıllar 
yıllar sonra sararmış ve rutubet kokusu kaplamış kağıtlardan canlı 
tanıklıklar bırakacağım sana, neden mi, cevabı çok açık , seni 
çok sevdiğimden... İnsanlar çok sevince zaman zaman saçmalarlarmış...
              Yırttığın (tırnakladığın) yerde ne gül bitti, ne de 
cennet bahçesi sadece hatırladıkça keyif veren bir tebessüm oldu.
          Öpmek için yaklaştığın ve aniden bir canavara 
dönüşüp ısırdığın burnumun sızısı çoktan yerini az önce 
bahsettiğim tebessüme bıraktı. Vücudumun herhangi bir yerinde iz 
bırakacak hertürlü yara, bere lekelerden hep kaçtım ve korktum, 
hayatımda ilk defa senin cırmaladığın izin kalmasını istiyorum 
ileride gözüne sokmak için değil tabi:) sen kocaman bir genç kız 
olduğunda sana anlatıp o günü tazelemek ve tebessümü paylaşmak 
için.
                Her doğum sancıyla açar gözlerini hayata, her 
sancı büyütür ve öğretir doğana hayatı, bu sancılar hiç son bulmaz 
çünkü dışarıda bir yaşam akıp gidiyor ve bizi de sürüklüyor 
peşinden... İşte bu sancıların en gerçeği, en güzeli ve en 
ğreticisi sen oldun benim için.. Bildiğim ve bildiğimi 
sandığım tüm sevgi hissi anlamlarını tekrar masaya yatırıp üzerinde 
düşünmemi sağladı, bir sancıyla açınca gözlerini hayata bir sancı 
saplandı işte tam oraya, sevgi böyle de birşeymiş dedirtti bana, 
böyle bir algısı, böyle bir yoğunluğu varmışı öğretti, hiç 
aklından çıkaramayacağın, hiç yok olmayacak bir duygu 
dehlizi-denizi-ummanı, her ne dersen içine aldı ve kuşattı, kuşattın 
beni. O sancı hepimiz için sancılı olacak yeni bir kapı açıyordu ama 
olmazsa olmazmış bunu anladım, iyi ki gözlerini açmışsın seni 
seviyorum
 
 

Wednesday, December 07, 2005

şişede durduğu gibi durmazmış

evet (efes) durmuyor öyle masum, davet de yok kokusunda ama işte oldu bi kere içtik içtik içtimiçtim ve işte burda canlı kanlı, bir milyon dünya iken kafalar yazılanların ipe sapa gelirliği de bu kadar oluyor, saol umut bir blog sahibi yaptın beni bu dünyada gözler açıkgitmeden...